Türkiye, dünya ölçeğinde yaşanan gelişmelerden payına düşeni almalı!

Türkiye, dünya ölçeğinde yaşanan gelişmelerden payına düşeni almalı!

7.08.2021 13:16:07

Türkiye’nin ne yazık ki bütüncül bir iklim politikası bulunmuyor. İklim, kuraklık ve diğer ekolojik sorunlar kalkınma, ekonomi ve enerji politikalarının gölgesinde bırakılıyor. Günümüzde ‘yeşil mutabakat’ gündemde peki Türkiye bu konuda nasıl hareket etmeli? Tüm bu soruların cevabını Ataç’tan almak mümkün…

Reklam

TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç, Dünya gazetesinin iklim krizi ve yeşil mutabakata dair yönelttiği soruları yanıtlarken, “İnsanların ekosistemde kendine diğer ekosistem bileşenleri kadar pay ayırması gerekirken, kontrolsüzce payını artırması iklim krizini her geçen gün derinleştiriyor” dedi. Deniz Ataç, iklim krizinin yıkıcı etkisini şu mesajla ortaya koydu: “İklim krizi, soluyacak hava, içecek su, barınacak yer bulamamak kadar gerçek ve hayati riskleri barındırıyor.” 

TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç’a yöneltilen sorular ve yanıtları şöyle:

Son dönemlerde seller, sıcak hava dalgaları, denizde müsilaj, orman yangınları ile somut şekilde kendini daha çok gösteren afetler neyi ifade ediyor? Küresel ısınma kaynaklı iklim krizi derinleşiyor mu?

Uzun zamandır doğaya yapılan müdahalelerin sonuçlarını (seller, sıcak hava dalgaları, orman yangınları vb.) tüm gezegen ile birlikte yaşıyoruz. Ancak hepsi bir arada değerlendirilmediğinde sorunun büyüklüğü ve temel nedenleri pek anlaşılamıyor. İnsanların, ekosistemde kendine diğer ekosistem bileşenleri kadar pay ayırması gerekirken, hiyerarşinin üst basamağına çıkarak kontrolsüzce payını artırması ve diğer bileşenlere yaşam alanı bırakmaması, söz konusu krizi her geçen gün derinleştiriyor.

Soluyacak hava, içecek su, barınacak yer bulamamak kadar gerçek ve hayati riskler barındıran iklim krizi her geçen gün derinleşerek yıkıcılığını ortaya koyuyor. Ancak, ne yazık ki mevcut doğal koşullara uyum sağlayacak yeterli planlama bulunmuyor. Örneğin; Karadeniz Bölgesi’nde meydana gelen selleri ele alacak olursak, selin bir afet halini almış olmasını sadece ve doğrudan iklim krizine bağlayamayız. Meteorolojik ve coğrafi koşulları belli olan bir bölgede, mevcut veriler riskleri yıllardır tanımlarken, kentlerin yapılanmasının bu koşullardan bağımsız şekilde ele alınması, planlamaların bilimsel verilere dayandırılmayışı ve projelendirme süreçlerinin belli bir koruma ölçütü olmadan rastgele seçilimi gibi etkenler de afetlere zemin hazırlıyor.

Devletler sözlerini tutmadı…

The Economist, Paris İklim Anlaşmasını imzalayan devletlerin verdikleri sözleri tutmadığını hatırlattı. Ayrıca küresel ısınmanın da kritik eşik olarak görülen 2 dereceye varmadan devletlerin gerekli önlemleri almakta başarısız kalacağını iddia ediyor. 

Küresel ısınmaya uyum sağlamak zorundayız

“Küresel ısınmaya uyum sağlamaktan başka çare kalmadı” diyor. Bu bakış açısını nasıl değerlendiriyorsunuz? Küresel ısınmaya alışmaktan başka çare kalmadı mı?

Paris İklim Anlaşması’nı bu kadar önemli bir belge haline getiren şey, ülkelerin neredeyse tamamının iklim değişikliğini, dünyanın en büyük ortak sorunu olarak kabul etmeleri ve bu soruna hep birlikte çözüm bulmak zorunda olduklarını beyan etmeleridir. Anlaşmanın bir diğer kritik önemi ise, iklim değişikliğini yaratan nedenleri açıklayan bilimsel bilgilerin esas alınmasıdır. Anlaşmada doğrudan, dünyada iklim konusunda en önemli kuruluşlardan biri olan Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) 1.5 derece raporu esas alınıyor. Anlaşma kapsamı gereği, ülkeler ‘iddialı’ denilebilecek sera gazı azaltım hedefl eri taahhüt etmişlerdir.

Ancak bunlara karşın; dünyanın hiçbir yerinde çevre yönetimi için sorunun neden olduğu sonucu kabullenmek ilk sırada yer almaz. Temel prensip sorunun yaratılmamasıdır. İklim değişikliğine yönelik hali hazırda oluşmuş olan sonuçlara bakıp “Yapacak bir şey yok. Öyleyse gezegeni ısıtmaya devam edelim. Bu sırada da bu sorunla nasıl baş edeceğimizi tasarlayalım” şeklinde özetlenebilecek bir yaklaşım, kirli su akışı devam eden bir dereyi temizlemeye benzer. Oysa öncelikle kirli su akışını durdurmanız gerekmektedir. Dolayısıyla, bir yandan gezegeni ısıtırken bir yandan soğutamazsınız. Belli sıcaklık aralıklarındaki yaşama adapte olmuş hiçbir canlı türünü, bir anda bu değişikliğe hazırlayamazsınız.

Başarısızlık sorumluluk almamaktan daha kötü değildir

Hiçbir başarısızlık sorumluluk almamaktan daha kötü değildir. Devletlerin yeterli önlem alamaması gibi bir durum da söz konusu olamaz. Bir tane dünyamız var ve gidişat iyi değil. İklim değişikliğinin ortak sorun olarak kabul edilmesi ve herkesin birlikte hareket etmesi gerekiyor. İnsan dâhil hiçbir canlının çıkarına işlemeyen bu süreç değiştirilmeli ve daha adil bir düzene geçiş yapılmalıdır. Bu adımı şu an atmazsak, zaten yarın hayatta kalabilmek için yapmak zorunda kalacağız.

Türkiye'nin toprağını, suyunu, havasını koruyup geliştirmesi için öncelikle yapması gerekenler nedir?

Geçen yüzyılda dünya ve Türkiye'de ekonomi politikaları kalkınma ekseninde şekillenmişti. Toplumsal refahın ve kalkınmanın temel araçları, ham madde temini ve enerji üretimi gibi endüstriyel süreçlerdi. Refah sahibi bir toplum yaratmanın yolunun kalkınmadan geçeceği, bunun için de doğa ve tarım alanlarına müdahalenin bir zorunluluk olduğu yaklaşımı genel kabul gördü. Bugün yaşanan iklim değişikliği, su kıtlığı, gıda güvencesi ile ilgili tehditler ve hatta salgın, doğaya yapılan yanlış müdahalelerin bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Dünya Ekonomik Forumu’nun Küresel Riskler Raporu’nun 2020 yılı sayısında, küresel risklerin 2007 yılından bu yana tarihsel değişimi değerlendirilip her geçen yıl küresel riskler içinde çevresel risklerin ağırlığının arttığı tespit edildi. Raporda, 2020 yılında küresel risklerin ilk beşini çevre konuları oluşturdu. Geçen 13 yılda küresel risk tanımı değişti, finansal ve jeopolitik risklerin yerini çevre kaynaklı riskler aldı. Bu durum, hem dünya hem de ülkemiz için doğayı, insan sağlığını, sürdürülebilir yaşamı, tarımsal üretimi ve gelecek nesillerin haklarını önceliklendiren bir kamu yararı anlayışına ihtiyaç olduğunu ortaya koyuyor.

ABD’de dahi yeşil mutabakat tartışmaları sürdürülüyor

Önümüzdeki 10 yılda yeşil dönüşüm ekonomik toparlanmanın önemli ekseni olacak gibi görünüyor. AB’nin Yeşil Mutabakatı ve Sanayi 5.0 stratejisi, ABD’nin ‘Yeni Yeşil Mutabakatı’, Çin’in 2060 taahhütleri ve yeşil teknolojilerdeki patent atağı buna yönelik bir hayali işaret verdi. Bu süreci nasıl okumalı?

Artık hemen hemen tüm ülkelerin vatandaşları özellikle son 150 yıldır dünyada hakimiyetini sürdüren ekonomik modelin, gezegenin ekolojik sınırlarını aştığını ve birçok sorunun ana nedeni olduğunu fark etmiş durumda. ABD’de dahi yeşil yeni düzen ve yeşil mutabakat tartışmaları yürütülüyor. ABD, 2021 yılı başında Paris Anlaşması’na geri döndüğünü de açıkladı. AB ise bu konuda çok daha temel değişiklikler öngörüyor. Finans kuruluşları artık çevreyi kirleten, iklim değişikliğini tetikleyen kirli projelere fon vermeyi reddederken, doğa dostu teknolojilerin geliştirilmesine yatırım yapmayı tercih ve teşvik ediyor. Özellikle AB’de bu gelişmeler olurken Türkiye’nin bunların dışında kalması mümkün değildir. İklim değişikliğinin etkilerini çok hızlı bir şekilde yaşamaya başlamış ülkelerden biri olarak Türkiye, dünya ölçeğinde yaşanan bu gelişmelerden payına düşeni almalı, bu süreci bir fırsat olarak görmeli ve iklim değişikliğine yönelik doğa koruma ve tüm diğer yönetim politikalarını temelden değiştirecek plan ve programlarını acil olarak uygulamalıdır.

Ekonomik büyüme sınırsız tüketime dayanıyor

Ekonomik büyüme ile çevre arasındaki ilişkiye nasıl bakmak lazım? Hem yeni otomobiller talep etmek hem de çevreyi korumak, küresel ısınmanın etkilerini azaltmak mümkün olabilir mi? Nüfus da artmaya devam ederken kaynakların adaletli kullanımı için hangi ilkeler öne çıkmalı?

Bugünkü ekonomik model, sınırsız büyüme, tüketime dayanıyor. Tüketim ekonomisi ise üretimde maliyetleri düşürmeye yönelik rekabetçi bir anlayışı beraberinde getiriyor. Düşük maliyet, öncelikle düşük teknoloji anlamına geliyor. Kârdan vazgeçmeyi istememek, ilk olarak çevreyi gözden çıkarmaya neden oluyor. Bu nedenle de ekonomik büyüme hedefi çoğu zaman daha çok çevre kirliliği ve çevre tahribatı ile sonuçlanıyor. Örneğin, yeni otomobiller talep etmek, doğanın kaynaklarından daha fazla almak, kullanmak demektir. Oysaki alınanı geri vermek, doğayı korumak ve gözetmek gerekiyor. Bu ise ancak üretimi ve tüketimi daha bütüncül bir perspektiften ele alarak gerçekleşebilir. Herkes için temiz hava, temiz su, temiz gıda ve insanca yaşam koşulları için doğayı gözeterek adil bir bölüşüm, bugünkü gelişmişlik düzeyiyle kolaylıkla ele alınabilecek noktalardır. Adil bölüşüm olmaksızın, artan nüfusla beraber sosyal adaletsizlikler derinleşiyor. İklim değişikliğinin etkileri adalet açmazını daha da derinleştiriyor.

Bağışları gerçekten denetleyebilecek misiniz?..

TEMA Vakfı’na yapılan bağışlar neden Orman Bakanlığı’na kaydırılıyor? Bakanlık mı istedi? Nasıl kullandıklarını gerçekten denetleyebilecek misiniz?

Ülkemizdeki ormanlık alanların yüzde 99’u devlet ormanı statüsündedir. Tüm ağaçlandırma çalışmaları mevcut orman mevzuatına göre ormanları idare etmekle yükümlü Orman Genel Müdürlüğü’nce belirlenen şartlar ile gerçekleştirilir. Bu nedenle Vakfımızca yapılan ağaçlandırma çalışmaları Orman Genel Müdürlüğü işbirliğiyle yürütülüyor.

Ağaçlandırma sahalarında en az yüzde 80 başarı hedefleniyor. Yaptığımız çalışmalarda 2020 yılı sonu itibarıyla ağaçlandırma sahalarında yakalanan ortalama başarı oranı yüzde 86’dır. Sahalardaki başarı oranı yüzde 80’in altında kaldığı durumlarda tamamlama dikimleriyle başarı oranı artırılıyor.

Gezegenimize o kadar çok zarar verdik ki...

AB’nin Yeşil Mutabakat stratejisi, kimi yeşil örgütler ve çevreci hareketler tarafından, çevre ve sürdürülebilirlik ile ilgili artan tehditleri azaltmaktan çok bir büyüme, bir istihdam, bir kalkınma stratejisi olarak görülüyor. Siz nasıl görüyorsunuz?

Gezegenimize o kadar çok zarar verdik ve öyle bir noktaya geldik ki, köklü ekonomik ve sistemsel değişiklikler yapmadığımız müddetçe ekolojik sorunlara çözüm olacak bir şey önermek mümkün değil. Bu anlamda AB Yeşil Mutabakatı, bu değişikliklerin mümkün olabileceğine dair önemli fırsatlar sunuyor. Üstelik dünyada şu anda AB Yeşil Mutabakatı kadar kapsamlı ve iddialı değişiklikler içeren başka bir model de bulunmuyor. Buradaki fırsatları görmek ve bunları talep etmek önemli.

Bu kadar büyümek zorunda mıyız?

Ancak buna karşın, yaygın bir yönetme modeli olarak; büyüme, istihdam, kalkınma vb. stratejilerin yönetimsel süreçteki payı tartışmaya açılmıyor. Elbette konuya ilişkin “Gerçekten bu kadar büyümek zorunda mıyız? İstihdam başka şekillerde sağlanamaz mı?” gibi birçok soru sorulabilir. Zira; önlem almazsak çok büyük ekonomik kayıplarla karşılaşacağız. AB Yeşil Mutabakatı’nda bizim de eksik ve/veya hatalı bulduğumuz konular bulunuyor. Bunlardan bir tanesi emisyon ticareti konusudur. Emisyon ticareti mekanizması; iklim değişikliğinin en önemli aktörü olan sera gazı salımına sebebiyet verenleri tümüyle dışlamak yerine, kirliliği dahi ticari meta haline getiren bir yöntem sunuyor. İklim değişikliği, kirlilik veya bir doğal alanın kaybı gibi tüm sorunlar, doğal varlıkları bir ham madde olarak gören ve sonsuz bir kaynakmışçasına hesapsızca tüketen üretim ve tüketim politikalarına dayanıyor.

Ülkemiz ormanlarındaki ağaç türleriyle ilgili farklı öneriler ortaya atılıyor. Ormanlarımızdaki ağaç türlerinde değişiklik gerekiyor mu? Farklı ağaç türleri orman yangınları konusunda yavaşlatıcı rol oynayabilir mi?

Yanan alan hangi doğal türlere sahip ise ağaçlandırma çalışmalarında da bu türler kullanılmalıdır. Sahip olduğumuz ormanlardaki türler milyonlarca yıldır doğanın süzgecinden geçmiş, oraya en iyi uyumu sağlamış türlerdir. Orman bir ekosistemdir ve içinde sadece ağaçlar bulunmuyor. İçinde yer alan çok sayıda canlı türü ekosistemin ana bileşeni olan ağaç türüne bağımlıdır. Bir ormanlık alanda ağaç türünün değiştirilmesi bu canlıların yaşam koşullarının değişmesi, hatta yaşam ortamlarının yok edilmesi anlamına geliyor. Yangın sonrası yapılan çalışmalar bir doğa restorasyonudur ve o bölgede doğanın on binlerce yıldır belirlediği ağaç türü kullanılmalıdır.

Ülkemizde yangına birinci derecede hassas olan bölgelerin büyük çoğunluğunda kızılçam (Pinus brutia) türü bulunuyor. Kızılçam 23 milyon yıldır bu bölgenin doğal ağacıdır ve yangına karşı adaptif özellikler geliştirmiştir. Örneğin, bazı kozalakları sadece yangın gibi yüksek sıcaklıklarda açılıyor, toprak üzerine düşen tohumları da yüksek sıcaklıklarda bile canlılığını koruyabiliyor, yangın sonrası çimlenen tohumlardan yeniden orman oluşabiliyor. Yanan kızılçam ormanlarında yine kızılçam ormanı oluşturacak şekilde çalışmalar yürütülmeli, doğanın izinden gidilmelidir. Medyada yanan alanlara yangına daha dayanıklı türler getirilmesi, hatta orman ağaçları dışında tarım bitkileri olan zeytin, ceviz vb. türler dikilmesi gibi yanlış ifadeler dolanıyor ve öneriliyor. Yanan orman alanlarına sözü edilen bu türler dikildiğinde bu alanlara artık orman denilemez. Yapılan orman kurmak değil bahçe tesis etmek olacaktır ve bunun ormanları kesip tarım arazisine dönüştürmekten farkı yoktur.

Türkiye’nin çözümcü bir iklim politikası yok!

Türkiye'nin küresel iklim değişikliği konusundaki yaklaşım ve eylemlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’nin ne yazık ki, bütüncül ve sorunu temelden çözmeye yönelik bir iklim politikası bulunmuyor. İklim, kuraklık ve diğer ekolojik sorunlar kalkınma, ekonomi ve enerji politikalarının gölgesinde bırakılıyor. Bu politikalar ise çevresel önlem ve sorunları kalkınma, ekonomi, enerji gibi alanların karşısında görüyor. Bu, Türkiye’nin Paris İklim Anlaşması’na dair tutumunda da açıkça görülüyor. Türkiye iklim değişikliğinden en çok etkilenen ülkelerden biri olarak, bu anlaşmayı bir fırsat olarak görmeli, kendi dönüşümü için araç olarak kullanmalı ve müzakere masasına oturarak diğer ülkelerden daha fazlasını talep etmelidir. Değişime direnmenin ve alışılan kalkınma ve ekonomi paradigmalarını değiştirmemenin maliyeti tüm toplumlar için çok ağır olacaktır. Bu nedenle Türkiye’nin iklim değişikliğinin oluşturduğu ve oluşturacağı riskleri doğru bir şekilde belirleyerek bütüncül bir iklim/ doğa politikası benimsemesi ve kalkınma, ekonomi, istihdam gibi politikalarını da bu üst ölçekli bakış açısına göre şekillendirerek acilen harekete geçmesi gerekiyor.

Küresel ısınma yangın sezonunu uzatıyor

Dünyada ve Türkiye’de orman yangınlarında bir artıştan söz ediliyor. Türkiye’ye Avustralya, Sibirya ve California’dan sonra sürekli orman yangını yaşayan dördüncü büyük bölge olarak bakılıyor. Gerçekten gelişmeler bu yönde mi? Özellikle küresel ısınma ile birlikte orman yangınlarında artış yaşandığı söyleniyor. Artan orman yangınlarının temelinde küresel ısınma mı yatıyor?

Orman yangınları istatistiklerinde kullanılan iki temel istatistik bulunuyor. Çıkan yangın sayısı ve yanan alan miktarı. Dünyada, bu konuda güvenilir yeni istatistikler olmaması ve data yetersizlikleri nedeniyle, geçmiş yıllarda yapılan çalışmalarda, güvenilir bir değerlendirme yapılamıyor. Türkiye’deki 1990-2020 yılları arasındaki istatistiklere göre, son 10 yılda yangın sayılarında 1991-2000 ve 2001-2010 dönemlerine göre yüzde 33 artış söz konusu. 1991-2000 ve 2001-2010 yıllarını kapsayan 10 yıllık dönemde her yıl ortalama 2 bin yangın çıkarken, 2011-2020 yıllarında çıkan yangın sayısı 2 bin 650 adet oldu. Yangın sayılarındaki artış, yanan alan miktarlarına aynı derecede yansımadı. 1991-2000 arasında her yıl ortalama yanan alan 13 bin 500 hektar iken; 2001-2010 ve 2011-2020 yıllarında yaklaşık 8 bin 800 hektar orman alanı yangından zarar gördü. Bu veriler, yangın sayısı artsa da ortalama yanan alan miktarının düştüğünü, bir anlamda söndürme çalışmalarında ilerleme olduğunu gösteriyor. Küresel ısınma, yangın sezonunun uzamasına neden oluyor. İklim değişikliği ile birlikte sıcak hava dalgalarında ve kuraklıklarda artış olacağı biliniyor. Bu halde orman içinde bulunan organik madde hızla nemini kaybederek kolayca tutuşuyor ve yangın hızla büyüyor. 2019 yılında yaşanan Avustralya yangınında 17 milyon hektarın üzerinde alanın yanmasında, o yıl ülkede en yüksek sıcaklığın yaşanması etkili oldu. Yangınlardaki artışı sadece küresel ısınma ile açıklamak yanlış olur. Kuru havada yıldırım atmalarının görüldüğü Avustralya, Kanada ve ABD gibi ülkelerde yıldırım kaynaklı büyük orman yangınları çıkabiliyor. Ülkemizin de bulunduğu ve yangına hassas olan Akdeniz Çanağı’nda yıldırımlar büyük yangınlara neden olmuyor. Çünkü beraberinde yağmur görülüyor. Akdeniz Çanağı’nda orman yangınlarının yüzde 95’i kasten ya da ihmal, kusur, kaza vb. nedenlerle insan kaynaklıdır. Ülkemizde ise yangınların yüzde 12’si yıldırım nedeniyle çıkıyor ve bu sebeple çıkan yangınlarda zarar gören orman alanı ortalama 0.6 hektardır. Ancak ülkemizde insan kaynaklı yangınlar sebebiyle tahrip olan orman alanlarının oranı yüzde 98’dir.

Yangınların çıkış nedenleri hakkında Vakfımız bir veri toplamıyor

Son dönemlerde artan, yerleşim yerlerine de sıçrayıp can kayıplarına da yol açan, ülkemizin yüreğini yakan orman yangınlarının nedeni konusunda size ulaşan bilgiler ne yönde? Kasıtlı olsa da olmasa da orman yangınlarının insan hatası kaynaklı yanı öne çıkıyor. İnsanların yangınlardaki rolünü sıfıra indirmek için neler yapılması gerekiyor?

Yangınların çıkış nedenleri hakkında Vakfımız bir veri toplamıyor. Orman Genel Müdürlüğü tarafından verilen istatistiklere göre 1997-2020 yılları arasında yaşanan toplam 52 bin 15 adet yangında, 211 bin 619 hektar orman alanı zarar gördü. Kasten çıkarılan orman yangını sayısı ise 5 bin 55 adettir ve bu yangınlardan etkilenen alan 21 bin 962 hektardır. Buna göre yaşanan yangınların yaklaşık yüzde 10’u kasten çıkarılıyor. Yangınların yüzde 90’ı ise önlenebilir insan davranışlarından kaynaklanıyor. Bu nedenle öncelikle kamuoyunun orman yangınlarının nedenleri ile ilgili bilinçlenmesi gerekiyor. Orman yangınlarını önlemek için yapılması gerekenler şöyle sıralanabilir:

Ormanda ve ormana yakın alanlarda ateş (anız yakma dâhil) yakılmamalı,

Sigara izmaritleri, cam ve cam kırıkları ormanlara atılmamalı,

Yangın riskinin yüksek olduğu dönemlerde ormanlara giriş çıkışlar kontrol altına alınmalı,

Enerji nakil hatları kontrol edilmeli ve yangına neden olacak kusurları giderilmeli,

Orman alanlarında çöp dökülmemeli,

Orman alanlarında ve bitişiğinde katı atık tesisi izni verilmemeli.

Rasyonel bir yeşil dönüşüm planı için uzun yol var

Türkiye'de kısa süre önce bir Yeşil Mutabakat Eylem Planı Çerçevesi açıkladı. Değerlendirmeniz nedir?

Açıklanan “Yeşil Mutabakat Eylem Planı Çerçevesi”, 9 ana başlık ve 81 hedeften oluşuyor. Çerçeve, ana hatlarıyla Türkiye için yeşil dönüşüm konusunda bir yol haritası niyeti ve karar vericiler nezdinde harekete geçmenin bir adımı olması bakımından kıymetlidir. Bununla birlikte iklim değişikliği sorununa çözüm arayan somut adımları içeren rasyonel bir yeşil dönüşüm eylem planı olması için oldukça uzun bir yolu vardır. Çerçevenin en önemli eksikliği ise iklim değişikliği ile mücadele ve adaptasyonu merkeze alan bir ekonomik düzen yaklaşımından ziyade, önümüzdeki dönemde AB ülkeleri ile ticaretin devamlılığına odaklanan bir motivasyon ile hazırlanmış olmasıdır. Çerçeve, Paris İklim Anlaşması, yeni bir sera gazı indirim hedefi ve Türkiye İklim Kanunu’na yer vermediği gibi, fosil yakıtlar ve kömürden çıkış için yol haritası da sunmuyor. Türkiye’nin bir an evvel Paris İklim Anlaşması’nı onaylaması ve hedefl erini belli bir zaman planlaması ile önüne koyması gerekiyor. (Dünya)