Doç. Dr. Ahmet Vatan*
İnsan var olduğundan bu yana sanatla hep iç içe yaşamıştır. Sanatın birçok formu insan hayatını güzelleştirmeye, insan ruhunu ve aklını iyiye yöneltmeye sebep olmuştur. Sanat, insanı bazen notalarla, bazen bir tabloyla, bazen bir heykelle bazen bir filmle güzelliğe niyetlendirirken; bunu bazen de tablo gibi bir yemek masasıyla yapar. Gastronomik ögeler, farklı sanat dallarında kendine yer bulmaktadır. Resim sanatında gastronomiyle ilişkilendirilebilecek öne çıkan örneklere baktığımızda favorilerim arasında Leonardo Da Vinci’nin Son Akşam Yemeği (The Last Supper) eseri, Giovanni Bellini’nin Tanrıların Ziyafeti (The Feast of the Gods) eseri, Pierre-Auguste Renoir’in Tekne Gezisinde Öğle Yemeği (Luncheon of the Boating Party) eseri, Paolo Veronese’nin Kana’da Düğün (The Wedding at Cana) eseri ve Vincent Van Gogh’un Patates Yiyenler (The Potato Eaters) eseri yer almaktadır. Cansız varlıklar ya da nesneleri konu alan natürmort tablolarda da sıklıkla gastronomik ögelere yer verildiğini hatırlatmakta yarar olduğunu düşünüyorum. Birçok örneği olsa da aklıma ilk gelen Amsterdam’daki Rijksmuseum’da sergilenen Floris van Dyck’in Still Life with Cheeses, Almonds and Pretzels eseridir. Heykel sanatında ise çok çarpıcı bir örnek mevcut. Brooklyn Müzesinde sergilenen Judy Chicago’nun Akşam Yemeği Partisi (The Dinner Party) eserini, üçgen bir yemek masasında şekillendirilmiş tabaklara, peçetelere ve servis takımlarına işlenen mesajlarla feminist bir manifesto olarak kabul edebiliriz. Bunun yanında heykel sanatında sıklıkla kullanılan üzüme sanatçıların yüklediği misyon göz ardı edilmemelidir. Yine edebiyat sanatında da gastronomik ögelerin kendine yer bulduğu görülmektedir. Laura Esquivel’in Acı Çikolata eseri, Muriel Barbery’nin Gurmenin Son Yemeği eseri ve Joanne Harris’in Çikolata eseri bunlardan bazılarıdır.
Yemeğin ve yemek sahnelerinin kendine yer bulduğu sanat türlerinden biri de sinemadır. Önceden sınırları çizilmiş bir hikâyenin, senaryonun canlandırılmasına dayanan dramatik sanatlarından biri olan sinemada yemeğin, yemek masasının sıklıkla karşımıza çıktığını görürüz. Yemek masasında kullanılan objelerin bazen birer metafor, bazense o sahnedeki karakterlere, yıla, yaşam koşullarına dair bir monitör olarak kullanıldığı bilinmektedir. Peki, uzun emeklerle çekilen yemek sahnelerinde senarist ve yönetmen tercihleri çerçevesinde gastronomik ögeler vasıtasıyla ne, nasıl anlatılmaktadır? Örnekle anlatmak gerekirse her yemek sahnesinde muhakkak bir masa vardır ancak bu masalar birbirine hiç benzemez. Senaristin ve yönetmenin dert edindiği, anlatmak istediği konuya göre yemek masası şekil değiştirir. Yuvarlak masa insanları birleştirirken, dikdörtgen masa böler. Parlak yüzeyli bir masa izleyiciye karakterler hakkında farklı mesajlar verirken katlanır masada yenilen yemek ise bambaşka ipuçları vermektedir. Masanın şekli haricinde masanın üstünde olanlar da sinemada yemek sahneleri için önem arz eder. Mesela masanın üstünde ne kadar çok ya da ne kadar az yemek olduğu izleyiciye farklı bilgiler verir. Bazen yemek sahnelerine yüklenen anlam ya da gizlenen mesajlar direkt yemek yenilen alanla verilebilir. Yemek yenilen alanda kullanılan objeler, servisi kimin yaptığı, duvarda asılı tablolar gibi. Bu kısmı toparlamamız gerekirse yemek yenilen alan, masanın türü ve masadaki yiyecek ve içecekler izlediğimiz sahnedeki karakterlerin tercihi olduğu için gastronomik ögeler sinema sanatında düşünülenden daha fazla görev almaktadır. Gastronomik ögeler, karakterlerin kim olduğunu öğrenmede izleyiciye yardımcı olan hususlardan biridir.
İzlediğiniz sahnelerde yemek masasında kimin nerde oturduğunun bir önemi var mıdır? Karakterlerin oturduğu yerler nasıl bir mesaj verir? Burada önemli olan karakterlerin birbirine olan mesafesidir. Uzun dikdörtgen bir masanın iki uç başına oturmuş karakterlerin ilişkisinin yakın olduğu söylenebilir mi? Pek tabii söylenemez. Aksini düşünelim. Uzun dikdörtgen bir masanın bir ucuna beraber oturmuş karakterlerin birbirine olan yakınlığı izleyiciye de geçecektir. Bir masada karşılıklı oturmuş iki karakterin sahnesi duygusal uzaklıktan daha fazla anlam içermektedir. Doğrudan karşı karşıya oturmak aslında karakterlerin birbirine muhalefetini temsil eder. Yan yana oturan karakterlerin ise ittifak sağladıkları sahnede gizlenen mesajlardan biridir. Ancak bu ittifak illaki direnişte değil bazen güçsüzlükte ve yalnızlıkta bir oluşu temsil edebilir. Yemek sahnelerindeki önemli hususlardan biri de masadaki yiyecek ve içeceklerin paylaşılması ya da paylaşılmamasıdır. Bu durum karakterlerin birbiri ile olan ilişkisi hakkında büyük tüyolar taşımaktadır. Birçok aile filminde ortada paylaşılan bir yemeğin olduğunu anımsayabilirsiniz. Ortadaki yemek aslında bir metafordur. Tüm bunların üstünden geçtikten sonra sinema tarihinin önde gelen yemek sahnelerini beraber inceleyelim ve gastronomik ögelere yüklenen anlamları deşifre edelim. Yemek sahnelerinin sinema sanatında kendine epeyce yer bulduğundan bahsetmiştik. Bunları sıralamaya kalksak sonu gelmeyecek bir yazı olacağından kendi favorilerimi ve gastronomik ögelerin üç spesifik kullanımını birlikte deşifre edelim.
Pan’ın Labirenti, 2006
İspanya ve Meksika ortak yapımı olan Pan’ın Labirenti (El laberinto del fauno) filmi II. Dünya Savaşının ertesine zamanlanmış fantastik bir yolculuğu anlatmaktadır. Ofelia adında 10 yaşındaki bir kız çocuğu, yeni taşındıkları evin arka bahçesinde bir labirenti keşfe çıkar. Aslında küçük kız gerçekler yerine hayal dünyasına sığınmaktadır. Filmin bizi ilgilendiren kısmı ise yasak meyve olarak adlandırılabileceğimiz sekanstır. Labirentin Pan isminde bir koruyucusu vardır. Yönetmenin İsa’nın çarmıha gerilişinden yola çıkarak tasarladığı Pan karakteri aslında kiliseyi tasvir etmektedir. Ofelia, labirente açtığı kapıda güzel yiyecek ve içeceklerle donanmış bir yemek masasına denk gelir. Masanın üstündeki yiyecek ve içeceklerin çoğunlukla kırmızı renkte olduğu burada önem arz ediyor. Ofelia, masaya yaklaşıp üzümden bir adet alana kadar masa başında oturan Pan uyuyor. Ancak Ofelia, bir meyveyi ağzına attığında Pan uyanıyor ve küçük kızı cezalandırmak için peşine düşüyor. İktidar olanın tüm güzellikleri, lezzeti kendine ayırmasına ve tüketmeye niyetlendiğinizde de cezalandırılmak üzere peşinize düşülecek olmasına değin birçok yorumun yapılabileceği bu sahnede gastronomik ögeler ağız sulandıran görüntüleriyle aslında küçük kızı bulunduğu sistem içerisinde suç işlemeye davet ediyor. Küçük kız belki gerçek hayatında buna cesaret edemiyor ama hayal dünyasında yasakları ağzına attığı iki üzüm tanesi ile ezip geçiyor. Aynı Hava’nın yasak elmayı yemesi gibi… Aslında küçük kızın ağzına attığı meyve bir metafor olarak sekansta kendine yer buluyor.
Çikolata, 2000
İngiltere ve ABD yapımı olan Çikolata (Chocolat) filmi, Fransa’nın taşrasında gelenekselci bir köyde geçmektedir. Köye yeni gelen Vianne Rocher ve kızı, bir çikolata dükkânı açmaya karar verir. Çikolatayla gizli istekleri uyananlar ve bu sayede özgürlüğün tadını keşfedenler ile hayatlarını aynı şekilde, hiçbir şeyin değişmeden devam etmesini isteyenler olarak köy ikiye ayrılır. Filmde yiyecek aslında baştan çıkarma, inanç ve insanın kendini sevmesi, kabul etmesi çerçevesinde kendine yer buluyor. Baskı altında hissedenler için bir parça çikolata çıkış yollarını aydınlatabiliyor. Bir yiyecek olan çikolatanın görevinin burada aslında kişinin kendini keşfetmesi, üstündeki baskıyı kenara atması, arzularını istediği gibi yaşaması, dolayısıyla daha da özgürleşmesini sağlaması olduğunu görüyoruz. Bu anlamda gastronominin varlığı bu filmdeki metaforun başlıca elemanı oluyor. Benzer bir uygulamayı da Ye, Dua et, Sev (Eat, Pray, Love) filminde görüyoruz. Filmin baş karakterinin gittiği ülkelerde tükettiği yiyecek ve içeceklerin gerçek benliğini keşfetmesinde nasıl yardımcı olduğu filmin konstrüksiyonunu oluşturuyor. Filmin klasikleşen pizza yeme sahnesi, karakterin sınırlarını devirdiği, özgürleştiği an olarak akıllara kazınıyor. İki filmden yola çıkarak (örnekler çoğaltılabilir de) gastronominin, kişinin benliğini, sınırlarını ve özgürlüğünü keşfetmesine giden yolda yardımcı bir faktör olarak var olduğunu anlıyoruz. Sinemanın izinde film ve dizilerde gastronomik ögelerin metafor yaratmak için kullanıldığını görüyoruz.
Tiffany’de Kahvaltı, 1961
Bazı filmlerde karakterlerin kimliklerini tanımlamak için gastronomik ögeler kullanılmaktadır. Bunun en güzel örneklerinden birini 1961 yılında yapılan Tiffany’de Kahvaltı (Breakfast at Tiffany’s) filminde görürüz. Film Holly’nin dönüşümünü, tabiri caizse köylü bir kızdan şehirli bir kadına evrilişini anlatmaktadır. Filmin açılış sahnesi, bir kuyumcunun camından yansıyan Holly’nin elinde bir kahve ve kruvasanla şehirli bir kadın olduğuna yönelik izleyiciye net bir bilgiyi veriyor. Film boyunca gastronomik ögeler, algı, sınıf, zenginlik ve özlem temsilleriyle Holly’nin tercihleri vasıtasıyla izleyiciye ulaşıyor. Demek ki gastronomik ögeler sinemada sadece metafor olarak değil, aynı zamanda karakterlerin kim olduğuna dair bilgi veren bir monitör olarak da kullanılıyor. Daha sert bir örneğini ise 2009 yılına yapılan Soysuzlar Çetesi (Inglourious Basterds) filmiyle görüyoruz. Film, Alman kuşatması altındaki Fransa’da geçiyor. Shosanna, ailesinin canice öldürülmesine tanık olmuş, yeni bir kimlik ile hayatta kalmaya çalışan bir kadındır. Filmin bizi ilgilendiren sahnesi ise Yahudi avcısı olan Alman Albay Landa’nın Shosanna’nın üstünde psikolojik baskı kurmak için gastronomik ögelerden faydalandığı tatlı yeme sahnesidir. Albay Landa’nın ilk hamlesi ailesinin bir süt çiftliğinde öldürülmesini hatırlatması için Shosanna’ya bir bardak süt sipariş vermesidir. İkinci hamlesi ise Strudel tatlısı sipariş ederken, son dakika garsondan krema getirmesini istemesidir. İlgili sahnede tatlı ve içecekler servis edilir. Shosanna tatlısından bir kaşık alacağı zaman Albay Landa tarafından kremayı beklemesi için uyarılır. Kadın, gerilir. Çünkü II. Dünya savaşı sırasında Strudel tatlısı domuz yağı ile yapılmaktadır. Yahudilik inancına göre ise süt ve et ürünlerinin karıştırılarak yenmesi uygun değildir. Albay Landa, kadının kimliğini, tükettiği veya tüketmediği yiyecek ve içeceklerden yakalamaya çalışmaktadır. Sinemada gastronomik ögelerin karaktere yönelik mesaj inşasına örneği bu sahnede ortaya çıkıyor. Bir insanın yaptığı yiyecek ve içecek tercihleri kişinin kimliği, kültürü, inancı, yaşam tarzı ve benzeri hususlarda epey bilgi vermektedir. Dolayısıyla sinemada gastronominin bu tanımlayıcı özelliği yoğunlukla kullanılmaktadır..
Otomatik Portakal, 1971
Yiyecek ve içecekler ile duygu arasındaki bağlantın da sinemada sıklıkla kullanıldığını görüyoruz. İzlediğiniz filmlerdeki romantik sahneleri düşünün. Karşılıklı şarap mı içiliyor? Bir tatlıya beraber kaşık mı daldırılıyor? Yoksa bir tel spagettinin finalinde dudaklar mı birleşiyor? Gastronomik ögelerin kullanımı sadece romantizm sahneleri için değil, farklı duygu durumları için de kullanılmaktadır. 2007 yılı yapımı Ratatouille animasyon filmi, Ramy adında bir farenin şef olma yolculuğunu anlatıyor. Filmde yemek ve duygu arasındaki ilişkiyi, restorana gelen gurmenin, Ramy tarafından yapılan yemeği yediğinde çocukluğuna dönmesiyle görüyoruz. Bu noktada sizleri çocukluğunuza götüren yiyecek veya içecekleri sormadan edemiyorum. Bir düşünün bakalım. 1999 senesinde yayınlanan Matrix filminin bir sahnesi de yine yemek ve duygu arasındaki ilişkiye odaklanıyor. Gördüğü hiçbir şeyin gerçek olmadığını sürekli duyan Neo’nun karşısında Cypher adlı karakter iştahla biftek yemektedir. Cypher, yediği bifteğin gerçek olmadığını biliyordur. Ancak yediği zaman hissettiği duygu gerçektir. Yiyecekler ve içecekler insanların bazı duyguları ile etkileşime girerler. Bu iki film, sinemanın gastronomi ile insan duygusu arasındaki ilişkisine çarpıcı örneklerdir. Benzer bir örnek 1971 yapımı Otomatik Portakal (A Clockwork Orange) filminde mevcuttur. Baş karakterin arkadaşlarıyla süt bara gidip, süt içme partisi yapması dikkat çekici sahnelerden biridir. Aslında süt, sağlık, çocukluk, saflık gibi çağrışımlar yapsa da sinemada yetişkin bir insanın süt içmesi masumiyeti sonlandırması anlamına gelmektedir. Kana susamış bir karakterin süt tüketmesi onun dengesizliğini, tekinsizliğini simgeler. (Soysuzlar Çetesi filminde bu hipotezin örneği de mevcuttur.) Filmde de süt içen karakterin masumiyetini sonlandırdığı gastronomik bir ögeyle anlatılmaktadır.
Sonuç olarak sinemanın izinde gastronomiye dair anlattıklarımı üç konu başlığında toparlayabiliriz. Sinema sanatında gastronomik ögeler metafor oluşturmak için, karakterlerin yaşadıkları dünya hakkında bilgi vermek için ve sekanslardaki duyguları pekiştirmek için kullanılmaktadır. Burada fark edilmesi gereken hususlardan biri de aslında gastronominin özellikle sinema sanatında ne kadar geniş bir yer tuttuğudur. Şimdilik Vita brevis, ars longa (Hayat kısa, sanat uzun) diyerek noktayı koyalım. Zira izlenecek daha çok film, gezilecek çok sergi, okunacak çok kitap ve yenilecek çok yemek var…
*Akademisyen, Yazar, Senarist
Kaynak: www.imdb.com