6 Şubat’ta meydana gelen Kahramanmaraş merkezli ve 11 ili etkileyen depremler, yaşanan can kayıplarıyla birlikte tüm ülkeyi yasa boğarken depreme ne kadar hazırlıklıyız sorularını da gündeme getirdi. Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğuna dikkat çelen uzmanlar, depreme dayanıklı yapılar inşa etmenin mümkün olduğunu söylüyor. İstinye Üniversitesi (İSÜ) Güzel Sanatlar, Tasarım ve Mimarlık Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Uğur Tanyeli, Türkiye’de depreme dayanıklı yapıların nasıl inşa edileceğinin bilindiğini belirterek “En riskli zeminlerde, yalın teknolojilerle ve aşırı hızlı, hatta çırpıştırma inşaat yapılıyorsa, yapı kalitesi yükselemez,” diyen Tanyeli, olası İstanbul depremi öncesi için ise her yapı için ciddi araştırma yapılıp, buna göre bir yol alınması gerektiği görüşünde.
“Depremde yıkılmayan bina yapmanın mucizevi bir yöntemi yok”
İstinye Üniversitesi (İSÜ) Güzel Sanatlar, Tasarım ve Mimarlık Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Uğur Tanyeli depremde yıkılmayan bina yapmanın mucizevi bir yönteminin olmadığını belirterek, “İstanbul’un en riskli semtleri ve zeminleri biliniyor. Neresinin ne kadar etkileneceği zaten biliniyor. Depreme dayanıklı yapılar yapmak için öncelikle yeniden yöntem keşfetmeyi gerektirmeyen, bildik kurallara uygun yapılar inşa etmek gerekir. Doğru mimari tasarım yapmak, doğru inşaat mühendisliği projeleri hazırlamak ve hesaplamak ve onlara uygun inşaat yapmak gerekir. Depremde yıkılmayan bina yapmanın mucizevi bir yöntemi yok. Sadece bilinenleri uygulamak, depremi bugün muhtemel olandan daha az hasarla atlatmamıza yeter,” diyor.
“Riskli zeminlerde, hızlı, hatta çırpıştırma inşaat yapılıyorsa kalite yükselemez”
Uzmanlar İstanbul’da 7 şiddetinin üzerinde bir deprem beklentisi olduğunu yıllardır söylüyor. Tanyeli, “Türkiye’de depreme dayanıklı bina yapmak mümkün mü?” sorusuna şu yanıtı veriyor: “Depreme dayanıklı yapılar inşa etmek mümkün ve böyle yapılar var. Son depremde de bunu gördük. Sorun bunları inşa etmenin bilgisinden yoksun oluşumuz değil. Bugünkü trajik sonuç, Türkiye’deki kentsel gelişme yaklaşımı ve ekonomik tercihlerdir. Ülkedeki en kolay sermaye biriktirme ve kazanç elde etme yöntemi toprağa yatırım ve rant üretimiyse, yani inşaatsa, kentler bugünkü politikalar nedeniyle azgın bir spekülatif saldırı altındaysa, yapılarımızdaki inşa kalitesini artırmak zordur. Kaldı ki, inşaat yapmak için gerekli ekonomik kaynakların da toplum genelinde var olmadığı bilinen bir gerçek. İnşai kalite beklentileriniz elinizdeki ekonomik imkanlarla tanımlıdır; yüksek teknolojiler ve yüksek kalite ekonomik olanaklarınızdan bağımsız değil. En riskli zeminlerde, yalın teknolojilerle ve aşırı hızlı, hatta çırpıştırma inşaat yapılıyorsa, kalite yükselemez. Bu kentsel ve ekonomik politikaları hiç değilse revize etmek gerekir. Merkezî yönetim, rant tırmanışını yaratan ve destekleyen dönüşüm adı altındaki talan yaklaşımlarını terk etmeli.”
“İstanbul’daki yapıların bazıları depreme dayanıklıdır, bazıları değildir"
“İstanbul’daki yapıların bazıları depreme dayanıklıdır, bazıları değildir” diyen, Tanyeli sözlerine şöyle devam ediyor:
“Bu konu genellemelerle tartışılamaz. Yapı, zemin ve bölge bazlı kapsamlı analizler yapmayı gerektirir. Her yapı ayrı ayrı incelenmelidir. Bu, pahalı ve zaman alan bir iştir. Ancak Türkiye’de karşı karşıya kalınan meselelerden biri de deprem sırasında ve sonrasında paranoyalar yaşamaktır. O nedenle hızlı çözüm beklemektir. Depremle beraber yaşamayı ve buna uygun yapılar inşa etmeyi, risklerden kaçınmayı öğrenmek zamanla elde edilen bir beceri. Bugünkü hızlı çözüm beklentileri politik vaatlerle sömürülmek için çok uygun bir toplumsal ortam tanımlıyor. Orta ve uzun vadeli programlar hazırlamak ve adım adım uygulamak dışında çözüm yok.”
“Her riskli binanın yıkılması gerekmez, bu, risk düzeyine bağlıdır”
Olası İstanbul depreminde yıkılacak binaların yıkımlarının esas ve kritik sebebinin ne olabileceğine dair basit bir yanıtın olmadığını ifade eden Tanyeli:
“Olası bir depremde yıkımların nedeni doğru tasarlanmamış, hesaplanmamış ve inşa edilmemiş yapılardır. Her bir yapının ne kadar riskli olduğunu hesaplamanın matematiksel yöntemleri var. Modellemeler yapılır ve belirli bir yapının olası bir depremdeki risk düzeyi belirlenebilir. Ancak bunu her yapı için tekil olarak yapmak gerekir. Kuşkusuz her ‘riskli’ binanın yıkılması gerekmez, risk düzeyine bağlıdır bu. Hepsinden fazla da ekonomik olanaklara bağlıdır. Risk düzeyi belirlendikten sonra güçlendirmeyle risk azaltılabilecekse güçlendirme yapılır. Yenisini yapmaktan daha ucuza gelir. Güçlendirmenin yöntem ve kapsamını ise her yapı için tekil olarak belirlemek gerekir. Bütün kentleri sıfırdan yenileme şansımız olmadığına göre, bu doğrultuda her yapı için ciddi araştırma yapılırsa, olumlu yönde yol alınabilir.”
“İstanbul’dan daha az nüfuslu neredeyse yüzden fazla ülke var”
Türkiye’de tartışması yapılan “akıllı şehirler” konusunda ise Tanyeli şu bilgileri veriyor:
“Akıllı şehir ile deprem arasında doğrudan bir bağlantı yok. Akıllı şehir, en azından dünyanın ekolojik tahribine yardım etmeyen, karbon salınımı minimize edilmiş, oto egemenliği denetim altına alınmış bir yerleşme demek. Tabii ki Türkiye’de de inşa edilebilir. Ancak bir gün gelip İstanbul gibi 17 milyonluk bir metropolü akıllı şehir kategorisine sokmanın mümkün olmayacağı aşikâr. Bunu istemenin tüm bir ülkeyi akıllı ülke yapma talebinden farkı yok. Dünyada İstanbul’dan daha az nüfuslu neredeyse yüzden fazla ülke var. Şu kadarını söyleyeceğim: Akıllı şehirler yapmaktan çok daha öncelikli olan, akıllıca planlanmış, tasarlanmış ve inşa edilmiş olağan bir kentsel yapı stoğu oluşturmaktır. Kuşkusuz ki, deprem önlemi içeren şehircilik modelleri ve politikaları geliştirilebilir. Fakat bunun için öncelikle bir siyasal irade ve kapsamlı planlama çalışması gerekir. Hızlı inşaat yapmak bir politika değildir. Bu da yetmez: Toplumun epey geniş bir kesiminin hesapsız riskler almasına yol açan ilkel bir kapitalist sistemden daha gelişkin bir kapitalizm aşamasına geçmek gerekir. Özetle, ülkenin orta gelir tuzağı diye bilinen ekonomik açmazdan çıkması demektir bu. Türkiye’de kişi başına ulusal gelir 10 bin dolar civarında seyrediyorsa, hatta orada takılıp kalmışsa, Japonya gibi 40 bin dolarlık gelir düzeyine sahip bir ülkedeki ‘deprem güvenlik mimarisi’ni kuramazsınız. Hepsinden önemlisi, ülkede egemen psikososyal halden sıyrılmak gerekir. Örneğin, ‘beton öldürür’ gibi klişeleri unutmak zorundayız. Betonarme nedeniyle ölmüyoruz, kötü inşa edilmiş, kuralına uyulmamış, yanlış zemine yerleştirilmiş yapılar yüzünden ölüyoruz. Ancak en kötü zeminlerde de inşaat yapmak mümkündür, onun da teknolojileri var. Sorun şu ki, pahalıdır. Teknik altyapısı yüksek, eğitimli kadroların tasarlama ve uygulama yapmasını zorunlu kılar. Başka bir klişe de ‘bakın geleneksel yapılar, tarihsel anıtlar yıkılıyor mu’ gibi sorulardır. Eski yapılar da yıkılır. Örneğin, her ikisi de Sinan yapıları olan Edirnekapı Mihrimah ve Topkapı Kara Ahmet Paşa Camileri her önemli depremde ciddi hasar almıştır. Popüler kültür mecralarındaki argümanların aksine, onları yapanlar bizden fazlasını bilmiyorlardı. Bugün bu konuya ilişkin bildiklerimiz önceki kuşaklarla kıyaslanamayacak kadar fazla. Yeter ki, o bildiklerimizi alanda uygulayalım.”